Ağrı’ya giderken, orası hakkında bildiğimiz şeyler çok basit ve temel şeylerdi, işte dağ Türkiye’nin en yüksek dağı; 5137 mt, özellikle kışın havası soğuk olur ki geçen sene 4200 kampında -47 derece görülmüş; bide yüksek irtifa derslerinden bildiğimiz işte 3000 metreden sonra oksijen azalır basınç azalır, başın ağrır nefes alamazsın. İşte hepsi bu; he bide bizim gittiğimiz dönemden beklentilerimiz vardı; genelde Ağrı’nın kış tırmanışı için en uygun zaman dilimi Şubat ortası ve sonudur; bu dönemlerde hava oturmuş olurdu. Bizse Ocakın ortasına gidiyorduk; tipi, soğuk, kar; bunlar bizim için sürpriz olmaması gereken şeylerdi. Ama sürpriz oldu.
Ağrı otobüsüne Trabzon’dan binerken de, Ağrı’ya varmak üzereyken de aklımızda ne olacak havalar, buraya kadar geldikten sonra çıkamadan dönecek miyiz korkusu vardı. Hele Ağrı’da otobüsten indikten sonra! Biz artistiz ya Trabzon’da da havalar sıcak çekmişiz altımıza kotu ayakkabıyı öyle indik otobüsten. Ama iner inmez Ağrı’nın dehşet soğuğu çarptı bizi. Gelmeden önce meteorolojiden hava tahminlerine bakmıştım; ağrı merkez -15, – 27 arasındaydı. Ama bu kimsenin moralini bozmuyordu; dediğim gibi taaki Ağrı’da otobüsten inene kadar. Belki uyku sersemliğinin vermiş olduğu bir sıcaklık belkide beklentimizden çok daha çabuk gelen bu soğuk mahvetmişti bizi. Direk bizimkilerle aramızda “Olm boşverin dağı falan şurdan bulursak Trabzon’a bilet hemen atlayıp dönelim geri; manyak mıyız bu havada ne işimiz var bizim burada” muhabbetleri dönmeye başladı. Otobüsten indiğimiz gibi kendimizi Doğubeyazıt’a bizi götürecek olan minibüse zor attık. Minibüsünde kaloriferleri yok tir tir titriyoruz. Muavine Doğubeyazıt’a gideceğimizi söylediğimizde; “Merak etmeyin orda montlarınızı çıkaracaksınız” dedi. Bizde bizimle dalga geçiyor herhalde diye düşünüyoruz; malum dağa tırmanmaya geldik; daha ona yaklaşamadan donuyoruz. Ellerimiz kah bacaklarımızın arasında kah birbirine kavuşmuş ağzımızla azıcıkta olsa ısınalım diye içine hohlayarak Doğubeyazıt’a vardık. Soğuktan minibüsün camları buz tuttuğundan yolu falan göremedik ama yol boyunca içimizi ısıtan bir güneşin dışarıda olduğunu fark etmek içimizi rahatlattı. Minibüsten inip çantalarımızı bir yere topladıktan sonra gökyüzüne baktık, dağa baktık. Hava burada mükemmeldi, Ağrı’ya göre yakıcı bir sıcak var diyebiliriz; bunun yanında Ağrı Dağı’da tüm ihtişamıyla karşımızdaydı; tek bir bulut bile yoktu. Bundan iyisi, lokantada yemektir diyerek hemen yola koyulduk. Önce otele yerleşip çantaları bıraktık; oradan soluğu en yakındaki dönercide aldık; tıka basa yedik yedik yedik. Sonra otele dönüp dinlendik. Eh malum yarın yola çıkacağız. Akşam diğer ekip üyeleride geldi; fakat kötü hava koşullarından uçağı kalkamadığından bir ikişi gelememişti; o yüzden tırmanışı bir gün sonraya attık; pazartesi yola çıkacaktık. Hazır fırsat varken bizde İshakpaşa sarayını ziyaret ettik, çarşıyı gezdik; pasajlarda çok güzel otantik eşyalar var. Sırf alışveriş için tekrar gideceğim; gidilebilecek bir yer. Biz boş boş gezerken havada aynı şekilde enfes devam ediyordu. Tek korkumuz havanın biz dağa ulaştığımızda bozmasıydı. Neyse ki meteorolojiden aldığımız haberlere göre Çarşambaya kadar hava açıktı; acele etmemiz lazım.
Dinlenme zamanı sona ermişti; vakit yola çıkma vakti. Daha önceden ayarlanan kamyon otelin önüne geldiği gibi çantaları yükledik; ardından biz yükleştik. Yaklaşık bir – bir buçuk saat sonra tırmanışın başlangıç noktası olan Eli Köyü’ne varmıştık. Burada kamyondan indik, son kontrollerimizi yapıp hazırlandıktan sonra yürüyüşe başladık. Eli Köyü yaklaşık 2000-2200 metrelik bir irtifadaydı; hedefimiz ise 3200 metredeki ilk kamp yeriydi. Öğlen üzeri yürüyüşe başladık; GPS’e göre saat 16:05’te gün batacaktı buda demekki 5-6 saatlik bir zamanımız var; acele etmek lazım. Hemen klasik Ağrı Dağı’nın önünde bir iki poz fotoğraf çekinip çantaları sırtımıza yüklediğimiz gibi yola koyulduk. Havalar beklediğimizden süperdi; günlük güneşlik. Kaz tüyü montlarımız, gore-texlerimiz çantadaydı. Termal içlikler ve arada esen rüzgardan korunmak için polarlarımız üstümüzdeydi; birde muhtemel kara karşın tozlukları taktık. Ama yürüdükçe gördük ki karda yok denecek kadar azdı. Çoğu zaman toprak, çimenlik üzerinde yer yer 2-3 cmlik kar üzerinde yürüyüşe başladık. Tempomuz gayet iyiydi; arada mola vererek yaklaşık 5 saatlik bir yürüyüşün ardından 3000 metreye ulaştık. 3200 kampına yaklaşık 1-2 saatlik bir yol daha vardı; hem hava kararıyordu hem de bu kadar fazla kendimizi yormamıza gerek yoktu diyerek 3000 metredeki kamp yerinde kampımızı kurduk. Kamp kurduğumuz alanda da kar fazla yoktu; olanları temizledik, hemen çadırı kurup içine girdik. Kış olduğundan dereler donmuştu; hemen etraftan temiz kar toplayıp, eritip su yaptık; bir şey yiyip içtikten sonra hemen uyku pozisyonuna geçtik. Çadırımız normalde 4 kişilikti ve yeni almıştık kola. Bu ilk faaliyetti. Şehirde denedik 6 kişi sığabiliyorduk; Ağrı’nın da soğuk olacağını düşününce bu tek çadırla gitmeye karar vermiştik. Biraz sıkışıktı, kimin bacağı kimin kafasının üstüne belli olmadan uykuya daldık. Ertesi gün 4200’e kadar uzun ve yorucu bir yolumuz vardı.
Sabah saat 6 gibi uyandık; pek iştah yoktu ama zorlada olsa bir şeyler yiyip gene kar suyuna atılmış 2 paket çayla kahvaltıyı geçiştirip çadırı, çantayı toplayıp yola koyulduk. 4200 kampını görebiliyorduk ama o kadar uzaktaydı ki. Hem artık 3000-3500 metre sınırını da geçip 4000 metreye geliyorduk; haliylen artık vücut farklı tepkiler vermeye başlamıştı; başlayacaktı. Yüksek irtifa tırmanışlarında bazı kritik geçişler vardır; 3900-4000 metre geçişi, 4900-5000 geçişi ve 7900-8000 geçişleri. Bu irtifa değişikliklerinde eğer vücut o yüksekliğe uyum sağlayamazsa dağ hastalıkları ortaya çıkabiliyordu. O yüzden kişi kendini iyi tanımalı, vücudundaki değişiklikleri sezip gerekli müdahaleyi kendi kendine anında yapmalıydı. Yürüyüş tempomuz fena sayılmaz; bazı kopmalar olmuştu ama bu da normal. Hem kondisyon farkı hem de vücudun su ihtiyacının artmasından ve yeterince su alınmamasından yorgunluk belirtileri ortaya çıkıyordu. Ben uygun bir tempo tutturmuştum şükür; geçen sene ki Kaçkar tırmanışında zaten 3900 metreyi geçmiştim; o yüzden bu zamana kadar bir problem çıkmasını beklemiyordum; ama 4000’den sonrasını merak ediyordum. Bu irtifada yürüyüş sırasında uygun bir tempo tutturup yürümek önemlidir; aksi halde çabuk yorgun düşülebilirdi. Ben 4 adım 1 nefes şeklinde, daha sonrada 4000’den itibaren 2 adım 1 nefes şeklinde kampa kadar çıkabildim. Yürüyüş 8 gibi başlamıştı yaklaşık 6-7 saatlik bir yürüyüşle 16:00 gibi 4200 metredeki kamp yerimize ulaşmıştık; güneş gitmişti bu yüzden hava oldukça soğuktu. Geçen sene kışın bu kampta -47 derece sıcaklık ölçüldüğü haberini almıştık biz Kaçkardayken. Ama havalar güzel bu yıl bu kadar olmaz diye kendimizi rahatlatmaya uğraşıyorduk. Kamp yerine çıkar çıkmaz bir taraftan çadırı kurarken diğer taraftan hemen ocağı yakıp kar eritip su yapıyorduk. Yürüyüş sırasında çok fazla su kaybettik ve bundan sonra sıvı alımı çok daha önemliydi. Çadır kurarken mümkün olduğunca kendimi yormaya çalıştım; tavsiye edilen yüksekte mümkün olduğunca fazla ve yorucu iş yapmak; bu şekilde vücut bu irtifaya daha kolay adapte olabiliyordu. Güneş çekilip soğuk başladığında ki güneş kaybolduğu an sıcaklık anında düşüyor biz çadırımıza her zamanki gibi sıkış tıkış doluşmuş, bir şeyler yiyip içmiştik. Biraz şarkı, türkü, muhabbet; biraz abur cubur yiyerek saat 18:00 gibi tulumlarımıza girip uyku moduna geçtik. Yarın zirve için hareket edeceğiz; havalar şimdiye kadar süperdi ve bize gelen raporlara göre Perşembe gününe kadar bir sorun yok.
Saat 00:00’da çalan saat alarmıyla bizde alarma geçtik. Gece 02:00 ‘de zirveye hareket edecektik; ona göre hazırlık yapmıştık; sonradan program değişti; hareket 03:00 ’e alındı. Aceleye gerek yoktu. Her şey yolunda gidiyordu; taaki çadırdan çıkana kadar. Saat 03:00 ’de çadırdan çıktığımızda dışarıda felaket bir tipi vardı. Biz nerdeyse sadece polarla çıkarız diye düşünürken birden altımıza üstümüze polarlarımızı, kaz tüyü montlarımızı ve gore-texlerimizi giymiştik. Derhal yola koyulduk ve hemen kampın solundaki kar kulvarından yükselmeye başladık. Yükseklik artıkça tipinin şiddeti de artıyordu. Bu sırada bende parmak uçlarımı hissetmediğimi fark ettim. Aslında böyle olacağını biliyordum; ayakkabıdan olsa gerek genelde ayağıma giydikten sonra yaklaşık yarım saat-bir saat sonra ısınmaya başlardı. Geçen seneki Kaçkar tırmanışı aklıma geldi içim rahatladı. Bir adım atıyorum parmakları şöyle bir oynatıp ısıtmaya çalışıp ediyorum. Yürüyüşe başlayalı 2 saat geçmesine rağmen bir türlü parmaklarımı ısıtamamıştım; sürekli parmaklarımı hareket ettirmeme, ayaklarımı sallayıp oraya buraya vurmama rağmen. Artık ciddi anlamda tırsmaya başladım; önce sebeplerini düşündüm nedir ya yeterince sıvı alamadığımdan yada oksijen azlığından parmak uçlarında kan dolaşımı gittikte azalmıştı. Neler olabilirdileri düşündükte içimdeki korku büyüdü; frozbit (donma) olabilirdi; bu sorun değil fakat daha ciddi bir donma durumunu düşündükçe içimi bir korku aldı. Bu düşüncelerde iki buçuk saat yürüdükten sonra ilk molada direk tüm dikkatimi ayaklara verdi; parmaklarım artık taşlaşmış gibiydi; hareket ettiriyordum ama oynatırken canımda acıyordu; ayağımı biraz taşa vurdum biraz kendi ayağıma biraz salladım derken yavaş yavaş ısınmaya başladığını hissettim. Çok şükür! Ulen neredeyse o kadar para verip ayakkabı aldığımız halde donduruyorduk parmakları. Bu ana kadar tek sorun ayaklarımdı; onu da hallettikten sonra artık dikkatimi tırmanışa verdim. Malum 4900-5000 metreye yaklaştık. Artık oksijen eksikliği gittikçe kendini hissettiriyordu; özellikle son 4900 metreden 5000 buzuluna kadar ki mesafe çok yorucuydu; 1 adim at dur 2 kere nefes al devam. Bir an hiç bitmeyecekmiş gibi geldi yol. Bu şekilde ilerleye ilerleye saat 9-10 gibi 5000 metreye ulaşmıştık. Buraya kadar yükseklik ve soğuk dışında hiçbir şey yoktu; ne bir baş ağrısı ne de nefes darlığı; soluk alıp verme düzeni de gayet normaldi. Asıl tırmanış kısmı buradaydı. Hemen emniyet kemerleri ve kramponlar takıldı, kazmalar ele alındı. Buzulun girişine İbrahim hocalar sabit hat döşediler. Burası bir yan geçişti ve sabit hat döşemesi güvenlik açısından önemliydi. Eğer bu geçiş sırasında düşme olursa ve düşünce durma olmazsa 400 metrelik buz ve sonu kayadan oluşan Şeytan vadisine düşülebilirdi. Nitekim geçtiğimiz senelerde bu nokta emniyet almadıklarından dolayı bir dağcı vadiye düşüp hayatını kaybetmişti. Yaklaşık 30-40 metrelik sabit hat kurulduktan sonra sırayla ipe girerek bu kısmı da atlattıktan sonra futbol sahası denilen ve zirveye giden sırtın önündeki platoya çıktık. buradan zirveye kadar tamamen zemin buz kaplıydı; sadece 3-4 cm lik bir kar tabakası vardı. Rahat bir tırmanışla yaklaşık 45 dakikalık bir yürüyüşle artık zirveye çıkmıştık. Bu kısmı birazda komik oldu. Tırmanışın fotoğrafçısı ve kameramanı bendim. İbrahim hoca bana önden gitmemi ve zirvenin altındaki düzlükte bekleyip işte ekip zirveye çıkarken çekmemi söyledi. Bende önden gittim işte ilk düzlükte bekledim ekip geldi çektik falan; sonra baktım az yukarıda da bir düzlük var herhalde orasını kastetmiştir diye oraya çıktım; bu arada etrafta direk parçaları falanda var. Neyse çekiyorum işte ekip zirveye çıkıcak falan diye; İbrahim hoca geldi; “olm zirveye çıkmışsın düzlükte bekle demiştim” diyince dank etti benim durduğum yerin zirve olduğu. Gitmeden önce rota ve zirveyle ilgili fotoğraflara baktığımda zirve Türk bayrağı vardı; etraftaki parçalara da bakılırsa rüzgardan uçmuş, bende dikkat etmeyince zirveye çıkmış oldum. 2005 yılının ilk Ağrı zirve tırmanışıydı bizimkisi; havalarında yardımıyla da 2005’in ilk zirvesini biz yaptık. Siftahı bizden bereketi TDF’den. Hemen bayraklar ve makineler çıktı. Fotoğraf çekildi; zirvedekilerle röportajlar yapıldı; zirve defteri imzalandı ve inişe geçildi. Hava yavaş yavaş bozuyordu ve sert rüzgar karı süpürüyordu. Hızlı bir şekilde geldiğimiz yoldan geri döndük, sabit hattı da geçip 5000 metre buzulunun girişine geldiğimizde artık rahatlamıştık. Burada biraz dinlenip çantaları toparlayıp hemen inişe geçtik. Yaklaşık 2-3 saat süren zevksiz iniş sonucunda kamp yerine ulaşmıştık; hava gittikçe bozuyordu. Bu arada dönüşte 4300 metre civarları da bir ekipten biri yuvarlanmaya başladı; daha doğrusu sert karda kaymaya başlamış nede olsa dururum diye devam ederken birden takla atmış, 3-4 takla attıktan sonra ekipten biri üzerine atlayıp durdurmuş. Söylediğine göre iyi olmuş 4300-4200 metre arasını hızlıca inmiş. Herkes kazasız belasız (!) kampa ulaşıp çadırlara çekilip yattılar. Bizde hemen bir şey içip uyuduk; yemek yemeğe pek halimiz yoktu. Akşam saat 21:00 gibi tekrardan ayaklandık; susuzluk artık tak etmişti; ocağı yakıp biraz kar eritip bir şeyler içip tekrar yattık. Bu arada dışarıda da hava bozuyordu. Anlaşılan soğuk bir gece olacaktı. Bir önceki gece yani tırmanışa başladığımız gece yan taraftaki çadırdakiler sıcaklığı -40 ölçmüşler. Bu gecede ona yakındır herhalde; neyse ki bizim çadırın içi hıncahınç dolu pek üşüme belirtisi göstermiyoruz; tek sorun yırtık tente. Dünkü soğuk hava tentenin dış kapısındaki fermuar bozulmuş tutmuyor; 9 tane çengelli iğneyle onu tutturduk; ama yinede içeri kar giriyordu.
Son kez gözlerimizi 4200 metredeki çadırda açtığımızda güneş yeni doğuyordu; dışarıda tipi durmuştu ama yerini dondurucu bir soğuğa bırakmıştı. Hızlı bir şekilde kalkıp çadırı toplayıp yola koyulduk. Ne de olsa şehre, medeniyete, suyun olduğu yere dönüyorduk bu yüzden ne kahvaltı nede su yaptık. Direk yol koyulduk. Nerden bilebiliriz ki yolun 5 saat süreceğini. 4200’den Eli köyü’ne kadar biraz eziyetli yaklaşık 5 saat süren bir yolculuk geçirdik. Bizim ekipten biri dünkü tırmanışta ayakkabısının sıkmasından dolayı ayağını dondurmuştu; onunda eşyalarını biz yüklenince çanta hafifleyecek derken daha beter ağırlaşmıştı. Bizi alacak olan kamyonun yanına ulaştığımda hem ben hem de omuzlarım bayram ediyordu. Kamyonun yanına ulaştığımızda artık tek sorun su ihtiyacıydı. Bulunduğumuz yerdeki su kaynakları donmuştu, bu noktada kamyon şoförümüz sağ olsun çok yardımcı oldu (!) . Yol üstüne bir köy vardı; yaklaşık 1 saatlik yol orda su bulursunuz dedi. Bizde düşündük; kamptan dönen diğer ekip 1-2 saate gelemezdi; eh bari önden yürüyelim su içeriz dedik ama nerdeee. Köye varmaya yaklaşık bir saat kala kamyon geldi yetişti bizi. Abime sorarsan ama köy 1 saatlik mesafe; haklı ama kamyonla bir saatte gidiliyor. Kamyona binmeden önce son bir kez dönüp dağa baktık; yeni gelen bulutlar tüm dağı kapatmıştı; yukarıda kesin fırtına var. Ucuz atlattık, hemen gidelim.
Artık kamyonla son yolculuğumuzda sona ermişti; otele vardığımızda hava kararmıştı; ilk gelişte olduğu gibi hemen odalara yerleştik, duş alıp üstümüzdeki pislikleri attığımız gibi kendimizi de en yakın yemek yerine attık. Bayramın ilk günü olduğundan çoğu yer kapalıydı; neyseki nöbetçi kebapçımız açıktı, yedik yedik yedik; tıpkı ilk geldiğimiz günkü gibi.
Trabzon, Ocak 2005
acaip uykusuz olmama ve yatmam gerekmesine raðmen þu yazýyý soluksuz okudum murat! ne guzel yazmissin.. týrmanýþý bilmem, çok da anlamam ama anlatýmýn harika!
maritza 🙂
of ya ne kadar hecanlý ve korkutucu.emliyetten bi adam niye emliyetine sahipçýkmýyor etmese olacaðý bu.ama üzüldüm.
ben aslýnda aðrý daðýnýn mesafesini öðren bek istiyo ama bulamýyo üzülüyo.ben tükiyeye 2ayda geldi.aðrý daðýný örmek istiyo.siznasý dersiniz.isallah