“Ferrari’sini Satan Bilge”nin hikayesini okumuşsunuzdur. Hadi ama, en azından duymuş olmanız lazım. Bugün ben farklı bir hikayeden, “Ferrari’sini Satan Doktor”dan bahsedeceğim.
~
Her şey 1984 yılında Doğu Avrupa ve Rusya’da adından söz ettiren Sovyet/Rus firması AvtoVAZ‘ın Lada markası altında bir araç üretmeye niyetlenmesiyle başlıyor.
1966-1974 yılları arasında üretilen efsanevi Murat 124 (nam-ı diğer Serçe, aslen Fiat 124) konseptini alarak kendi VAZ serisi araçlarını üretiyorlar. Sonra dönüp bakıyorlar ki ve diyorlar ki “Tank gibi araba üretiyoruz; biz buradan yürürüz, bunları ihraç ederiz.“. İşte tam bu noktada da Lada markası doğuyor. AutoVAZ, yurtdışına ihraç ettiği araçları için Lada markasını oluşturuyor ve bununla birlikte macera başlıyor.
~
Türkiye’de görüp yakından tanıma fırsatı bulduğumuz iki Lada modeli vardır: Samara ve Niva. Her ikisi de kendine has bir hayran kitlesi edinmiş olmasına rağmen içlerinden biri, Lada Niva, herkes tarafından beğenilen, gitmek için herhangi bir yola ihtiyacı olmayan efsanevi bir model olup çıkmıştır.
1970’lerin başında Fiat 127 baz alınarak geliştirilmeye başlanan Lada “Sputnik” Samara, 1979 yılının sonuna kadar VAZ 2108 kod adıyla prototip olarak VW Golf, Opel Kadett, Ford Escort gibi modellerden esinlenilip üretiliyor. İdeale ulaşana kadar yapılan çalışmalar sonucunu veriyor ve ilk model 1984 yılının sonunda Lada Sputnik adıyla seri üretilmeye başlıyor. 3-4-5 kapılı, 1.1 – 1.3 – 1.5 motor seçenekleri gibi alternatiflere sahip olan Lada Sputnik, Lada Samara adıyla da ihraç edilmeye başlıyor. Türkiye’de de Lada Samara olarak satılıyor.
Tasarımcılarının “Land Rover şasesinin içinde bir Renault 5‘i düşünün.” şeklinde tanımladıkları Lada Niva ise AvtoVAZ’ın Lada markası adı altında ürettiği ikinci efsanevi araç oluyor. İlk üretilen ve Fiat 124’ten esinlenen Lada serisinin donanımlarının aktarıldığı Niva’da yeni bir şase, sürekli 4 çeker sistem ve özel süspansiyon sistemi kullanılıyor. Bu sefer şehir için değil arazi için araç yapılıyor. 1977 yılında üretimine başlanan Lada Niva’nın sahip olduğu 1.6 litrelik motor yaklaşık 70 beygir güç üretirken 4 – 5 manuel vites, sürekli dört çeker sistem sayesinde tam bir canavara dönüşüyor. Giremeyeceği yer, gidemeyeceği yol kalmıyor. Her türlü modifikasyona açık olan Lada Niva gerçek anlamda bir efsaneye dönüşüyor.
~
Gelelim bizim Cep Herkülü’müze, doktorun Ferrari’sine: ’92 model Lada Samara’ya.
~
Yazıyı oturmuş ben yazıyorum ama aslına bakılırsa konunun direkt olarak benimle bir alakası dahi yok. Son 3 ay içerisinde belli yaşanmışlıklarımız vardır, o ayrı. Gerisi Hüseyin‘in yaşanmışlıkları.
Bilmiyorum.
Belki de çocukluğumu içinde, arka camın hemen önünde içine sığabileceğim kadar boşlukta geçirdiğim ve hala daha hatırladıkça içimde buruk bir tad bırakan VW “Beetle” 1302S’e olan özlemi bir parça olsun gidermek içindir bu araçla ilgili bir şeyler yazma isteği (Kimbilir belki bir gün Zeki veya Ümmühan tosbağalarını bana verirler de bir kaç günlüğüne ben de onların üstünden bir de 1302S’i yad ederim.). Zira tıpkı vakti zamanında bizim kaplumbağamızın başına gelen bugün de Cep Herkülü’nün başına geldi. Yuvadan uçtu, satıldı! O zaman küçüktüm, anlayamadım, dönüp iki satır yazamadım beyaz tosbağamız için. Şimdi bari iki satırı esirgemeyeyim kahrımızı çeken Cep Herkülü’nden.
21 Ekim 2013 tarihi itibariyle o artık aramızdan ayrılmıştı. Yaklaşık 4000 km yol yaptığımız, Ağrı Dağı’nın eteklerine, Nemrut Dağı’nın zirvelerine bizi götüren; Karadeniz’i ve Doğu Anadolu’yu bir uçtan bir uca bizi gezdiren o mütevazi canavar artık gitmişti.
~
Cep Herkülü’yle şehrin cillop gibi asfaltlarında sürtmüş, bizleri götürmesi gereken A noktasından B noktasına sorunsuz bir şekilde ulaşmıştık. Hüseyin’in gittiği -ve uzaktan yakından ne cilloplukla ne de asfaltla ilgisi olmayan- yolları saymazsak, bizimle ilk sınavını Ağrı Dağı Tırmanışı için gittiğimiz yolda vermişti. Vakti zamanında kamyonla bile zorlanarak çıktığımız yerlerden kedi gibi tırmanarak çıkmış bizleri Ağrı Dağı’nın eteklerine 2000 metrelerine kadar ulaştırmış ve sonra eve getirmişti.
Tık bile dememişti.
~
Sonra işleri bir adım daha öteye götürdük. Arazide bana mısın demiyordu. Ağrı ve civarındaki köylere aşıya giderken yol bile denilemeyecek arazida şartlarında Hüseyin yüzlerce kilometre boyunca zaten performansını test etmişti. Döndüğünde her taraf toz toprak da olsa saat misali tıkır tıkır çalışıyordu.
Peki ya asfaltta?
Bize sıra gelene kadar onu da çoktan test etmişti çıktığı uzun soluklu Doğu-Güneydoğu Anadolu turunda.
Sözüne güveniyorduk elbette.
Ama yine de bir gözlerimle görelim hadi diyerek yaklaşık 2000 km süren bir yolculuğa bu kez beraber çıktık. “3 Adam – 6 Şehir – 2000 km Yol” sloganıyla “Trabzon – Erzincan – Sivas – Malatya – Adıyaman – Şanlıurfa – Mardin – Bitlis – Van – Ağrı“yı yaklaşık 6 günde dolaşmıştık.
~
Deniz seviyesinden, Trabzon’dan, başladığımız yolculukta Nemrut Dağı’nın 2000 metrelik zirvesine sabaha doğru tırmanmış, Van Gölü’nün plajlarına –yoldan çıkıp– tarlanın kenarına dizili ağaçları takip eden engebeli yolu aşarak inmiştik.
Ve tık dememişti. Bir an için durup, yolda kalıp bizi yormamıştı. Biz onu itmemiştik, o bizi çekmişti. Yola çıktığımız ilk zamanlarda biraz nazlanmış, ağır ağır gitmişti. “Aç-kapa düzelir.” mantığıyla yetişen bir nesil olarak motor kapağını açıp silindirlere giden kabloları çıkarıp takarak sorunu çözüyoruz. Akabinde yokuş çıkarken biraz nazlanan ve kamyonlara karşı bizi mahcup eden Cep Herkülü yine de yüzümüzü kara çıkarmıyor, yeni nesil meslektaşlarıyla başa çıkıyordu, bizlere yaranıyordu.
Ama biz O’na yaranamadık. Tüm bunlara rağmen, Cep Herkülü’nün tüm özverisine rağmen bırakın ona yaranmayı bir de kötü davranmıştık, davranmıştım. Canını acıttım! 🙁
Turumuzun sonunda Ağrı dönüş yolunda “Bak yağmur da başlıyor, camlar da batmış, fırçayı kapalım da bir silelim.” diye ön camı temizledik. Sonra da silecekleri çalıştırdı Hüseyin ki camdaki su gitsin. Dur bakayım iki fırça daha vurayım ben şuna derken, sağ silecek üzerinize afiyet yerinden fırla sen! Geriye kalan parçası cama değmiş bir halde plak iğnesi misali camda hareket ediyordu.
~
Ve sonra sonun başlangıcı oldu bayram tatili için Hüseyin’in Ağrı’dan Trabzon’a dönüş yolculuğu.
~
Ve sonra…
Her şey peşi sıra geldi…
O kadar hızlı oldu ki eminim kimse anlayamamıştır…
Bayram için Trabzon’a döndüğünde, rutin “Trabzon’a vardım, servise kapağı attım.” dizeleriyle servisin yolunu tutmuş Hüseyin. Hasan Usta’yı ilk ziyaretindeki maksat bayram öncesi Ferrari’nin bakımlarını yaptırmak olası bayram gezilerine O’nu hazırlamak.
Bundan sonrasına gün gün bakalım.
14 Ekim 2013 Pazartesi / Bayram arefesi
> Servise giden Hüseyin büyük bir heyecanla servisten çıkıyor. 8 supaplı (evet doğrusu supap; sübap, subap değil; sibob hiç değil) motorun her nasılsa 2 supabı bir şekilde çalışmıyordu. Serviste sorun giderilmişti; canavarın boğazındaki gıcık temizlenmişti. Artık düzlükte uçuyor, yokuşta toz yutturuyordu.
16 Ekim 2013 Çarşamba / Bayramın 2. Günü
> Servisten çıkan aslan parçasıyla öğlen yola çıkıyoruz. Sabah Hüseyin aramış, canavarın hazır olduğunu ve dağ havası alabileceğimizi söylemişti. Neden sonra karar vermiştik. Santa Harabeleri’ne gidecektik. Arsin’den ayrılan yola yer yer stabilize/bozuk şekilde 40 km civarında idi.
Aracını tamir ettirmenin verdiği rahatlıkla gururlu bir şekilde sürüyordu arabayı Hüseyin. “Baak baak. Canavara bak. Supaplarda sorun varmış, o yüzden yokuşlarda yavaşlıyormuş; cillop gibi oldu şimdi.“
Bu sözlerin üzerinden henüz 1 saat civarında bir süre geçmişti ki biz köy yolu üzerinde genişçe bir yer bulmaya, dönmeye çalışıyorduk.
Nitekim araba bir noktadan sonra titreyerek gitmeye, teklemeye başlamıştı. İlk başlarda hafifçe tekleyen araba artık neredeyse gitmez olmuştu. Araç içinde bizler, araç dışında yerli halktan insanların gülüşmeleri/kahkahaları eşliğinde titreyen bir arabayla birinci viteste güç bela ana yola çıktık ve sonra Arsin-Trabzon arasını titreye titreye (hani araba vitesteyken stop ederken sallanır ya; işte aynı şiddette bir sallanma/titremeydi) Trabzon’a, Hasan Usta’nın dükkanının önüne kadar geldik; arabayı orada, öylece bıraktık.
18 Ekim 2013 Cuma / Bayramın 4. Günü
> Servisten çıkan aslan parçasıyla öğlen yola çıkıyoruz. Sabah Hüseyin aramış. Canavarın hazır olduğunu ve yola çıkabileceğimizi söylemişti.
Perşembe günü Hasan Usta’nın elleri arasında yeniden hayata dönen Cep Herkülü’nün distribitörü arızalanmış; yenisi ile değişmişler. Hulusi’nin de bize katılımıyla Batum’a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Kaymak gibi asfalt yolda süzülürcesine giden Ferrari’siyle gurur duyuyor Hüseyin. “Baak baak canavara baak.” diye direksiyona hafifçe vuruyor.
Gürcistan sınırına, Sarp’a, kadar gidiyoruz. Arabayı bırakıp sınırı geçiyor Batum’u geziyoruz. Akşam geri döndüğümüzde Ferrari mahzun bir şekilde bizi bekliyor. Önce park ettiğimiz yerden geri geri çıkarken Hüseyin bir şeylerin yolunda olmadığını söylüyor; araç gaz yemiyor zor hareket ediyor.
Trabzon’a dönerken yine bir şeyler yolunda değil. Sabah sorunsuz giden araba dördüncü-beşinci viteslerde sallanmaya, gaz yememeye başlıyor.
Bir şekilde herkes evine ulaşıyor.
20 Ekim 2013 Pazar / Tatilin Son Günü
Güne aynı senaryo ile başlıyoruz.
> Servisten çıkan aslan parçasıyla öğlen yola çıkıyoruz. Sabah Hüseyin arıyor. Canavarın hazır olduğunu ve dağ havası alabileceğimizi söylüyor. Neden sonra karar veriyoruz Zigana’ya giden yola girdiğimizde. Santa ile kapanmamış bir hesabımız vardı; vakit bu hesabı kapatma vakti.
Kara basarız diye girdiğimiz Zigana Dağı yolunun başlarında, Esiroğlu’nun çıkışındaki sapaktan dağlara doğru dönüyoruz. Bu sefer farklı bir yoldan, Taşköprü Yaylası üstünden Santa’ya ulaşacağız.
Bir gün önce servisten çıkan Ferrari’nin sorunu karbüratörmüş. Değişmişler ve artık herhangi bir sorunu kalmamış; bu sefer önümüzde herhangi bir engel yok.
Biz geliyoruz Santa!
– Kokuyu sen de aldın mı?
– Yanık kokusu mu?
– Evet, sanki bir şeyler yanıyor.
– Motordan geliyor o koku. Motorda biraz yağ kalmış da o yanıyor bir şey olmaz.
Bir süre sonra…
– Hüseyin bu koku artıyor yavrum?
– …
Bu konuşmanın biraz sonrasında da kaputtan hafif dumanlar yükselmeye başlıyor.
Kenara çekiyor. Kaputu açtığımızda beyaz bir dumanla hafif bir koku yükseliyor motordan. Bir şeyler bir yerlerde yanıyor hiç şüphesiz.
İki yerde yoğun şekilde motor yağı var. Biri yağ kontrol çubuğunun civarında, diğeri de ana motor bloğunun altında yer yerlerde. Arkada damlayan yağ tam olarak egzoz borularının üzerine akıyor. Sıcak borunun üzerine akan yağ da yanıyor/buharlaşıyor.
Hatıra fotoğrafı çektiriyor, geri dönüyoruz.
~
Bu sefer kolay vazgeçmiyoruz. Bir şekilde bir yere varacağız artık. Yolda Pilav Dağı tabelası görmüştük. Pilav Dağı demek hemen eteklerindeki Yavuzyılmaz Tesisleri demekti. Yavuzyılmaz Tesisleri de sac kavurma, taze alabalık demekti.
Rotamızı buraya çeviriyoruz.
Tıpkı Santa’ya giderken kaybolduğumuz gibi Pilav Dağı’nı ararken de bir kaç kere yoldan çıkıyor, sora sora yeniden yola dönüyoruz. Aslında basit bir yol sorma olayı, araçlarımızı görenlerin için heyecan dolu anlara dönüşüyor.
Zira araç hareket ederken yanan/buharlaşan yağ arabanın altından giderek arkadan çıkıyor. Durduğumuzda ise hava akımı olmadığından direkt kaputun üzerinden çıkıyor.
Şurası mı burası mı derken bir araç yaklaşıyor, durdurup camdan yol soruyoruz. Hüseyin adamla konuşurken benim gözümü kaputun üzerinden yükselen dumanlar alıyor. Diğer araçtakiler yolu bilmiyor, sohbet uzadıkça uzuyor neredensinize kadar geliyor. Bu esnada dumanlar da yükselmeye devam ediyor. Bir süre sonra yan aracın arka koltuğunda oturan teyze dayanamayıp lafa giriyor ve yolu tarif ediyor; hızla uzaklaşıp ilk fırsatta duruyoruz.
~
Yağın yarısı buharlaşıyor, ehh baktığımızda motor da maşallah hep yağ olmuş. Bir yerden geliyor bu meret. Yağ çubuğunu kontrol ettiğimizde minimumun da altına indiğini görüyor Hüseyin.
~
Önce Pilav Dağı’na ulaşıyoruz.
2003 yılında tam bu bölgede düşen Ukrayna uçağında yer alan ve hayatını kaybeden 74 İspanyol askeri anısına yapılmış olan Türk-İspanyol Dostluk Anıtı’nı ziyaret edip yolumuza devam ediyoruz.
~
Mehter takımı misali iki ileri bir geri derken tesislere de varıyor, sac kavurmamızı afiyetle yiyoruz ve sonra yine sorunsuz bir şekilde geri dönüyoruz.
~
Sanılanın, söylenenin aksine gayet sağlam arabalar Lada’lar.
~
Evet, özellikle son hafta (eceli gelen köpek misali) sürekli sorun çıkartmış olabilir. Bir gün servis – bir gün gezi şeklinde nazlanmış olabilir ama yine de bizleri yolda bırakmadı; bir şekilde eve kadar bizleri getirdi. Sırf bu yüzden bile şu kadar yazıyı sonuna kadar hakediyor ya!
Ama tabi yine de bu ipinin çekilmesine engel olamadı. Sanırım artık O da gitmek istiyordu.
Son 1 haftalık performansından sonra bir günde Cep Herkülü’nü, Ferrari’sini sattı Hüseyin. Son gezimizde vedamızı etmiş olsak da çektiği/çektirdiği çileleri düşünce duygulanmıyor değil insan.
~
21 Ekim 2013 Pazartesi / Yeni Bir Gün ve Yeni Başlangıçlar
O’nun artık dilinden gerçekten anlayan, her derdine anında çözüm bulabilecek Lada ustası bir sahibi var.
Ötekinin ise artık ayakları yere daha iyi basan, muhtemelen kolay kolay sorun çıkarmayacak bir yoldaşı var/olacak.
~
İkisi bir arada gayet güzel zaman geçirdiler, inşallah ayrı ayrı da aynı güzel, kazasız/belasız zamanlarını nice uzun yıllar geçirirler.
~
Merak ettiyseniz son arızanın sebebi de, bariz bir şekilde ortada olan, yağ kaçırma problemiydi. Hem yağ kontrol çubuğunun kenarından hem de motor ana bloğunun arkasında yer alan bağlantılardan ciddi şekilde yağ kaçırıyormuş.