Kaçkar Dağı Büyük Buzul Kış Zirve Tırmanışı

Her mevsim ayrı güzel; Kaçkarlar!

Son bir kez daha bir şey unutmamak için hazırladığım listeye göz attım. Kask, kazma, krampon, emniyet kemeri, karabinalar, ipler hmm tamam; yemeğe tuz, şeker evet onlarda tamam; ahhh nerdeyse unutuyordum güneş kremi yoksa yanıp pişeceğiz… Her şeyi tekrar kontrol ettikten sonra göz ucuyla saate baktım; 01:38… Sabahtan beri bir koşuşturmacadır almış başını gidiyor. Aslında plana göre Cumartesi günü yola çıkacaktık. Fakat Ersan Hoca bizi Ayder’e kadar götürmesi için KTÜDAKS’ın eski mezunlarından Özdemir Abi’yle konuşmuş, o da cumartesi gideceğini dilersek Cuma günü bizi Ayder’e kadar bırakabileceğini söylemiş. İşte durum böyle olunca benim işlerde birbirine girdi tabii. Koldan gidip malzeme alacağım, yemekler ayarlanacak bu arada Ankara’dan gelecek arkadaşlar içinde otogardan gidip bilet alacağım, bayramda burada yokum babaanneme de gitmem lazım. Offff…Aslında benim planlarım Şubat’ın 2. haftası düzenlenecek Ağrı Kış Tırmanışı’na katılmaktı, fakat babamla bir türlü anlaşamadık. Adam nuh diyor peygamber demiyor. Ağrı’ya göndermedi onun yerine Kaçkar’a ve Ağrı’yla aynı dönemde Antalya’da yapılacak Kızlar Sivrisi tırmanışlarına katılacağım… Evet kontrollerde tamamlandığına göre artık yatma zamanı geldi. Gerçi bu saatten sonra yatmanın da bir anlamı yok ki. Sabah 08:00’de otobüsümüz hareket edecek. Neyse hadi iyi geceler bana.
Ve sonunda hareket!

Sabah planlandığı üzere 08:00 ‘de üniversitenin C kapısı önünde, otobüs durağında buluştuk; Ersan (Başar) Hoca, Fatih (Dövücü) ve ben. Fatih (Tosun) ve Sercan (Erol)’da terminalden otobüse bineceklerdi. Otobüs geldi fakat Dövücü hala ortalarda görünmüyordu. Biz zaman kazanmak için ağır ağır çantaları yerleştirirken Dövücü’de yukarıdan koştura koştura geliyordu. Malzemeleri yerleştirdik, sonra bizde yerleştik otobüse. Sonrasında bir türlü beceremediğim otobüste uyuma işini bu sefer 1-2 gündür devam eden koşuşturmaca sayesinde çok iyi becerdim. Kafayı koltuğa koydum camdan Kaçkar Dağları’nı seyrederken gözlerim kapanıvermiş.

 

 

Gözlerimi açtığımda bizimkiler inmek için hazırlık yapıyordu. Rize’ye Pazar’a varmıştık. İndik, eşyalarımızı bir trafik levhasının altına bir güzel yığdık. Daha sonra hemen karşıdaki kafeteryaya oturmaya gittik. Saat 12:00 civarı Özdemir abi geldi Lada Niva cipiyle. Ersan Hoca ona 4 kişi artı 4 büyük çanta demişti; o da olsun be hocam sığdırırız dedi. Bizde “Ulen 4 sığarsa 5 de sığar.” dedik. Tıkış tıkışta olsa, yol boyunca çantalar yüzünden önümüde göremezsem valla sığdık arabaya. 3 kişi arkada oturduk ayaklarımızın altında kazmalar ve batonlar, kucağımızda ağzına kadar dolmuş çantalar. İki kişide önde keyif yaptı bu arada. Her ne kadar başta eziyet gibi görünse de yürüme fikri akla geldikçe çok zevkli geçti yolculuk. Göz açıp kapayana kadar bitmişti Ayder yolu. Özdemir Abi’yle anlaşmamız lastikler kara değene kadadı. Biz bayağı gideriz diye umarken erkenden indik arabadan. Yemek dağılımını tekrar gözden geçirip çantaları son kez düzenledik, kıyafetlerimizi giydik ve yola düştük.
 

 

Her zaman olduğu gibi ilk başlarda her şey mükemmeldi. Çok iyi bir tempo tutturduk. Aslında bunda bizden önce buradan geçmiş kişilerin ayak izlerini takip etmemizin avantajı da yok değil. Keşke bu izler zirveye kadar gitse! Bir buçuk saatlik bir yürüyüş sonunda Galler Düzü’ndeydik. Maalesef izlerde burada sona eriyordu. Burada sonra iz açmaya başlayacaktık. Aslında kar buraya kadar sertti ve böyle devam ederse her şey kolay olacaktı. Ama hayallerimiz suya düştü. Daha 10 metre uzaklaşamadık ki kar batmaya başladı. Çoğunlukla diz hizasında bazen bele kadar batıyordu. Anlayacağınız tam bir eziyetti. 5 kişiydik; sırayla herkes öne geçiyor yorulana kadar iz açıyordu. Düz yada alçak eğimli yolda sorun değil de arazi dikleştikçe herkes sırasını savmak için kaçışıyordu. Yürüyüşe başlayalı yaklaşık 1 saat olmuştu ama bir ömür gibi geldi bana. Neyse ki sonunda ilk kamp yerimiz olan Aşağı Kavron yaylası görüş alanımızı girmişti. Yaklaşık 1 saatlik yol. Ohh bee!! Artık yoldan çıkmış orman içine girmiştik. Buradaki durum daha da kötüydü. Kar iyice batmaya başladı artık diz hizasını da geçiyordu. Kendime bir tempo tutturmaya çalışıyordum. Başlarda 3 adım 1 nefes şeklinde yaptığım yürüyüş 2 adım 1 nefes şeklindeydi. Eğimli araziye gelince yorgunluğunda etkisiyle bu 1 adım 1 nefes 1 adım 1 nefes şeklini aldı. Zaman kavramı durmuştu artık benim için. Aslında Aşağı Kavron’a yaklaşıyor olmamız lazım, sonuçta yürüyorduk ama o hala orada çok uzaklardaydı. Bu arada havada kararmaya başlamıştı ve yorgunlukta artık had safhadaydı. Önümüzde son yarım saatlik bir yol kalmıştı ama bu bana hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Yorgunluk iyice kendini hissettirmeye başladı. Nedense sıra hep bendeymiş gibi hissediyorum. Yorgunum, durup dinlenmek istiyorum ama duramayacağımı da biliyorum. O yüzden tempomu buna göre yeniden ayarlıyorum: 1 adım at dur nefes al dinlen 1 adım at, 1 adım at dur nefes al dinl…. Böyle gide gide vardık kamp yerine hava karardığında. Son 3 adım, 2 adım, 1 adım… Çantayı yere fırlattım ve direk üzerine yaptım. Allah’ım sana şükürler. Hemen kampı kurduk, ocakları yaktık. Burada su bulmayı umuyorduk ama maalesef sular donmuştu. Eritmek için temiz kar topladık, suyumuzda hazırdı. Tosun’da yine yapacağını yaptı ve nefis bir menü hazırladı: Kuru fasulye, pilav, salata, çorba… Dağdayken bu ne demek tahmin bile edemezsiniz. Ellerine sağlık Tosun’um, ben uyumaya gidiyorum. Sıcacık tulumuma girerken söylediğim son sözlerimdi bunlar.

 

Kampa gidiyoruz!

Sabah saat 02:00 gibi Ersan hoca’nın kalkın borusunu çalmasıyla attım kendimi tulumdan. Dünkü yumuşak kar bizi çok yormuştu fazla yürümediğimiz halde. Bu yüzden bugün gece yürüyecektik ki güneş kara vurup onu yumuşatmadan biz kampta olalım. Kalktık hemen sıcak bir çay içip bir şeyler atıştırdık ve gecenin karanlığında yola çıktı. Hmm umduğumuz gibi kar sağlamdı ve en kötü yerde bile bilek seviyesini geçmiyordu.
Tempomuz çok iyi inşallah hem kar hem biz böyle devam ederiz. 2 saatlik bir yürüyüş sonrasında güneşin ilk ışıklarıyla Yukarı Kavron yaylasına vardık. Burada dere hala akıyordu. Hemen suya atladık. Yeterli sıvı alamamıştı ve bu yüzden vücut dehidre olmaya başlamıştı. İçebildiğimizi içtik, içemediğimizi ise şişelere doldurup yanımıza aldık. 15 dakikalık moladan sonra çantaları yüklenip yeniden yola koyulduk. 1 saat 45 dakika sonra Set denilen yerde mola verdik. bir şeyler atıştırıp bir iki yudum su içtikten sonra yürüyüşün en zor kısmı olarak düşündüğüm bölümü geldik: Set – Öküzyatağı arası. Buraya geçen sene Nisan ayında gelmiştim ve bu bölümde kar tek kelimeyle iğrençti. Bel seviyesini geçen karda ilerlemek tam bir ölüm ve eziyetti. Bizde bu parkura girdiğimizde güneş tepeden yakmaya başlamıştı bile. Yani kar eriyordu Allah bize kolaylık versin. Ama Allah’ın sevgili kuluymuşuz ki kar durumu düşündüğümüzden çok daha iyi çıktı. Genelde bilek seviyesinin biraz üstünde yer yer diz seviyesine çıkan karda son sürat ana kamp yerimize Öküz Yatağı’na ulaşmıştık 2 saatlik bir yürüyüşle. Bugün ana kampa varmak için 7 saatlik bir yürüyüş yapmıştık. Düşündüğümüzden iyi koşullarda geçtiğinden aslında şikayet etmeye hiç mi hiç hakkımız yoktu. Yorulduk ama olsun yinede buradayız! Hemen karı düzleştirip kampı kurduk, kaybettiğimiz sıvıyı bir şekilde temin etmeliydik kar suyundan ama ne mümkün. İçtik içtik içtik. Ama vücut hem havadan hem de yükseklikten dolayı hep daha fazlasını istiyordu. Akşam bastırdığında bizde çadırlarımızda yemek kabının dibini sıyırıyorduk. Yemek faslı bittikten sonra biraz çay, biraz muhabbet ve erkenden uyku. Tuvalet için dışarı çıktığımda yağan kar moralimi biraz olsun bozmuştu. Böyle giderse yarın zirveye gidemeyeceğiz. Neyse şimdilik programın ilerisindeyiz ve daha 3 günümüz var. Tulumuma döndüm bir güzel uyudum.
Bu saatte ne zirvesi hocam!
Gece Ersan hocaların çadırından gelen seslere uyandım; saate baktım 02:20. Onlarda dışarı çıkmış hava durumunu kontrol ediyorlar. Hava bozuk, dağ bulutların arasında. Biraz kulak kabarttım belki gideriz diye. Ama yok onlarda sıcak çaylarını içip çadırlarına döndüler. Anlaşılan yarın boş boş kamptayız acaba ne yapacağım bütün gün düşünceleri içinde daldım uykuya. Tekrar Ersan Hocanın “Kalkın lan, hemen hazırlanın zirveye gidiyoruz.” Çığlıkları arasında uyandım, saat 07:14. Hocam şaka yapmanın zamanı değil be uyuyoruz şurada dimi diyip hiç aldırmadan tuluma geri döndüm. Ama “Hemen kar eritin su yapın, emniyet kemerlerinizi giyip, teknik malzemeyi kuşanın 08:00’de hareket ediyoruz.” Laflarını duyunca kendimi tulumdan nasıl attığımı hatırlamıyorum. Bu saat ne zirvesi demeye kalmadan çoktan çadırdan çıkıp yola koyulmuştuk. Sabah ılık bir bardak çay, bir iki bir şey atıştırmaya ancak fırsat olmuştu. Doğru dürüst sıvı alamamıştık ki bu yetmezmiş gibi yanımızdada bir bucuk litre su ancak vardı yoktu.

Bu arada bugün bayram, birbirimizin bayramı kutladık; Ersan hocamda bu arada çikolatalarımızı dağıttı. Gerçi “Hocam bu Kurban bayramı bize et yedir.” Desekte ne yaptıysa çikolatayla kandırdı bizi. Yanımıza suyun dışında yemek için bir iki parça çikolata, 2 paket bisküvi, adam başı birer tane portakal aldık. Çabuk hareket etmeliydik. Zirveye gitmek için çok geç bir saati. Kamptan buzulun girişine bir saatte varmıştık. Önce Ersan hoca buz kulvarını çıktı. Sabit bir hat kurdular. Ben tıpkı eğitimlerdeki gibi bu sabit hatta bağlanacağımızı ve öyle tırmanacağımızı umuyordum. Ee malum düşme anında bizi tutacak bu hattı. Ama öyle olmadı. Zaten geç kalmıştık; öneri ipe girmeyip ipi sadece denge amaçlı kullanmaktı. Ne yapalım erkekliğe bok sürdürmek olmaz şimdi. Bu benim ilk buzul tırmanışımdı ve ondada emniyet yoktu. Neyse ki kazasız belasız bu kulvarı aşıp buzula çıkmıştık. Ersan hoca alttan gelenleri kontrol ederken bende buzulda yükselmeye başladım. 10 metre sonra ilk buzul yarığına rastladım. Ucuna kadar gittim. Bir iki üç… Atlaaa… Burayı da geçtik sorunsuz. Buzulun üstünde oldukça kar vardı ve iz açmak zorunda kalıyorduk ki kar dize kadar geldiğinden bu oldukça yorucu oluyordu, özellikle buzulun sonuna doğru eğim oldukça artmıştı, neredeyse 80 derecelik eğimde tırmanış yapıyorduk, öyleki artık artık elimle kardan destek alıyordum kazma kullanmak yerine. Aslında buzulun üstünde bu kadar kar olmasının faydasını da gördük. En çok zorlanacağımızı düşündüğüm 3500 metredeki yarık karlar altında kalmıştı. Bu iyi haber işte. Normalde buzul tırmanışlarında buzul çatlağına düşme riskine karşı ip birliğine girilir fakat buzul üstünde kar olduğundan ve çatlaklar kapandığından buna gerek duymadık. Buda hızlı hareket etmemizi sağladı. Buzul’u bitirmemiz yaklaşık 3 saat sürmüştü. Normalde 5 saat sürdüğünü düşünürsek oldukça hızlıyız. 3700 metredeki geçite vardığımızda saat oniki buçuk olmuştu. Güneş tam tepedeydi. Tırmanışın en teknik ve zor kısmı geride kalmıştı ama en tehlikeli kısmına yeni geçiyorduk. Burada hemen bir şeyler atıştırıp bir portakal yedik. Bu arada portakaldan adam başı 2 dilim düşüyordu. Normal hayatta kimsenin tenezzül bile etmeyeceği kabuklar ise paylaşılamıyordu. Özellikle vücudun asit-baz dengesi için çok önemliydi. Kabukları herkes birazcık ısırıp atıyordu.

 

 

Bu arada burada bir karar vermek gerekiyordu. Ya bir kar mağarası yapıp o geceyi 3700de geçirip ertesi gün, gün doğmadan zirveye gidecektik ya da güney yüzündeki çığ parkuruna gidip kontrol edeceğiz, eğer çığ riski varsa kar mağarasına dönecektik. Güneş tam tepede ve çığ riskinin en yüksek olduğu zaman dilimi. Devam etmek aslında delilik. Acele etmeliydik 3700 geçidinden yaklaşık 100 metrelik bir iniş yaptık. Ve işte çığ parkuru karşımızda. Buradan da yaklaşık 50 metrelik bir yan geçiş var. Bu geçiş sırasında çığ düşmesi durumunda kurtulma umudu yok gibi, vadinin derinliklerinden toplarlar bizi artık. Saat geç olduğu için burada da ipe girmeyi tercih etmedik. Sırayla bu parkuru geçtik çok şükür kazasız belasız ve zirveye devam ettik. 2 saat sonra saat 14:45’te Kaçkar Dağı’nın zirvesindeydik. Birbirimizi tebrik ettik, zirve defterine bir şeyler karaladık, bir iki kare fotoğraf çektik. Hemen dönmek zorundayız. Zirveye geç çıktığımız için hava bozmuştu ve yaklaşık 50km hızında rüzgar vardı. Ayrıca tırmanışın başından beri ne su içmiştik ne de yemek yemiştik; çünkü bir aksilik olursa 3700 metrede geceleyecektik ve tüm yiyeceğimiz bir iki paket bisküvi ve portakaldan ibaretti. Hemen zirveden ayrıldık. Zirve sırtındaki müthiş rüzgar, biraz alçalmamızla arkamızda kaldı. Daha sakin bir yere vardığımızda hemen portakalları çıkarıp yedik. Hayatımda yediğim en lezzetli portakal diyebilirim. Portakalımızı ve kabuklarını yedikten sonra dönüşe devam ettik. Zirveden ayrıldıktan bir buçuk saat sonra 3700 geçidinin altına varmıştık. Susuzluktan bitkin düşmüştük, şimdi buz gibi bir cola için neler vermezdim! 3700 de çantalarımızın içinde su bizi bekliyordu. Suya ulaşmak içinde yaklaşık 100 metrelik bir tırmanış. Kendi tempomla yani 1 adım 1 nefes dinlen şeklinde yaklaşık yarım saat sonra 3700 geçidine varmıştım. Çantaların yanında ilk gözüme çarpan öğleleyin yediğimiz portakalın kabuklarıydı. Bir kabuğun üstüne azıcık portakal kalmıştı. Karın üstünden aldım, azıcık donmuştu ama yine harika bir tadı vardı. İnanılmaz bir şey bu meyva. Ekip geldikten sonra bir şey atıştırdık, sonunda azıcıkta olsa su içtik ve hemen dönüş için buzula girdik. Olabilecek en kötü şey hava karardığında buzuldan çıkamamış olmamız. Bu hem donma riski (gece -40 -50 derece civarında soğuk oluyor) hem de buzul yarıklarından birine düşme riski içeriyordu. Tam hava kararmaya yakın buzulun giriş kısmına inmiştik. Tıpkı çıkışta olduğu gibi iniştede emniyete girmedik sabit hattı denge amaçlı kullanarak biraz riskli iniş yaptık ve kampa doğru devam ettik. Kampa vardığımızda ortalık zifiri karanlıktı. Zirve tırmanışı 10 saat sürmüştü. Bu arada çok şanslıydık ki sapasağlam kampa varmıştık. Birbirimizi tekrardan tebrik ettik, akşam yemeğini hazırladık, bu günün inadına bol bol sıvı alıp tulumlarımıza girdik. Yarın dönüyorduk.
Medeniyete adım adım!

Sabah 8 gibi uyanıp geniş geniş kahvaltımızı yaptık, çadırımızı topladık ve inişe geçtik. İniş sırasında sadece Yukarı Kavron’da su içmek için durduğumuz dışında mola vermedik. 5 saat sonra artık medeniyetteydik. Ayder yaylasına vardığımızda ortalıkta bir et kokusu almış başını gidiyorduk. Şansımıza federasyondan bir eğitmene rastladım. Sofralarına çağırdılar. Birde ne görelim bir tabak dolusu portakal. Portakalları görünce nedense çok güldüm, aklıma zirvede dönüşte yerde bulup yediğim portakal kabukları geldi. Tabiiki bu kadar portakalı bir arada görünce dayanamayıp saldırdık. Valla canlanmıştık.
Artık eve dönme zamanı gelmişti. Arabada bulmuştuk. Hemen çantaları arabaya yükleyip Trabzon’a doğru yola çıktık. Yolda tüm faaliyetin ayrıntılarını düşündüm. Dağdan sürekli kendime “Uleyn oğlum manyak mısın ne işin var senin burada? Şimdi sıcacık evinde oturmak varken burada kıçını donduruyorsun.” Diyordum. Fakat şu an bunları düşünmenin zamanı değil. Ben dağları seviyorum. Daha doğrusu doğayı seviyorum ve orda olmaktan gerçekten mutluluk duyuyorum…

 

Trabzon, 16 Şubat 2004
 

Murat Eray KORKMAZ

Yer içer, gezer tozar, okur yazar. Biriktirir. #kitapmeraki #saatmeraki #kalemmeraki.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir