8 Aralık 2012.
Cumartesi günü.
Saat henüz sekiz olmamış. Egemen ile Ağrı Otobüs Terminali‘nin önündeyiz.
Otobüsün egzosundan çıkan sıcak duman, buz gibi havada beyaz bir bulut misali yükseliyor. Otobüs hala çalışır vaziyette. Ağrı yolcuları iniyor. Biz, Hamur’a gidiyoruz. İneceğimiz yere varmadan önce 15 dakika daha otobüs yolculuğu yapacağız. Yolculuğun son anlarında elimde hala yol boyu okuduğum Haluk Şahin’in Ağrı’ya Dönüş kitabı. Haluk Şahin kitapta kendi dönüşünü anlatıyor; biz kendi dönüşümüzü gerçekleştiriyoruz.
~
Garip tesadüfleri oldum olası sevmişimdir.
Hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkan insanlar; aklınızın ucundan geçmeyecek bir şekilde yeniden hayatınıza giriyor. Yüzünü güçlükle anımsadığınız vakti zamanında belki de iki çift laf bile etmediğiniz, yıllar yılı görmediğiniz/görüşmediğiniz bir insanla sanki yıllardır görüşüyormuşçasına damdan düşer bir samimiyetle yeniden karşılaşıyor; yanyana yeniden eski günlere döner vaziyette bulabiliyorsunuz kendinizi.
Yaklaşık 8 yıl önceydi.
2005 yılı.
Bu sefer Ocak ayının sonları. Kış tırmanışı için Ağrı Dağı’na gidiyoruz. Ve yine buz gibi bir sabah vakti bu terminaldeyiz.
~
8 yıl, dile kolay. Dış dünyada bir çok şeyi değiştirmeye gücü yeten bu 8 yıl, işte tam burada, Ağrı Otobüs Terminali’nde hiç bir şeyi değiştirememiş. Aynı boş alan, aynı eski-yıkık bina. Ne bir adım ileri ne bir adım geri.
Ama işte dış dünyada bir şeyler değişiyor. Mesela teknoloji ilerledi. 8 yıl önceki yolculuğumuzda bize en fazla tüplü televizyondan gösterilen üzerinden bir 10 yıl geçmiş filmler eşlik ederken şimdi her koltuğun arkasında dilediğiniz filmi, müziği, oyunu veya internet uygulamasını çalıştırabilen 5-6 saatlik yolculuk için geniş sayılabilen arşivlere sahip Android tabanlı dokunmatik ekranlar var.
~
Ne diyorduk.
Evet.
8 yıl önce Ağrı’ya farklı şehirlerden farklı insanlar olarak aynı amaç için gelmiştik. Ve şimdi, tek fark, aynı şehirden aynı amaç için yeniden buradayız: Hüseyin’i yeni yerinde/işinde/evinde ziyaret edeceğiz; ve şansımız yaver gider Doğubeyazıt’ı gezip Van’da kahvaltı yapacağız.
Egemen’le yaklaşık 8 saat süren bir yolculukla Trabzon’dan geldik. Ve bizden 6-7 saat sonra da Sakarya’dan Hulusi bize katılacak. Herkes yaşlanmış. Bu sefer kimse idealist değil. Amacımız tırmanmak veya bu soğukta farklı bir etkinlik yapmak değil. Bilakis çok basit hedeflerimiz var.
Gezeceğiz, yiyeceğiz, güleceğiz.
~
Gezeceğiz.
Bir laf vardır ya.
Tanrıyı güldürmek istiyorsan O’na planlarından bahset.
Bizimki de bu misal. Gelmeden ne de güzel sıralamıştık planları. Zaten dibi başı 2-3 gün kalacaktık. İlk gün sabah bir şeyler yer öğleden sonra Doğubeyazıt’a eski günleri yad etmeye gideriz. Pazar günü de meşhur kahvaltısı için Van’a gideriz. Şöyle Van Gölü manzaralı bir kahvaltı yapıp döneriz.
Aslında kulağa da o kadar komik gelmiyordu; ama komikmiş.
Günlük güneşlik olan havalar yerine bizi –sanki ne zamandır gelmemizi bekliyormuş gibi– karlı bir hava karşıladı. Öyle ki ana yoldan ayrılıp, Hüseyin’in kaldığı lojmana giderken tabiri caizse karda iz açıyorduk.
Bir kere karın varlığı –ve de son dakika çıkan araç problemi– daha ilk günün ilk saatlerinde tüm planlarımızı değiştirmişti. Gerisi için plan yapmaya gerek yoktu; doğaçlama yapacaktık. Bizler timsah gözyaşları döksek de, ne hikmetse ev sahibimizin yüzü gülüyordu hala.
~
Kalacağımız süre herhalde toplamda 24 saatten fazla değildi. Hadi biz Trabzon’dan geliyorduk. Ne yaptık, nasıl oldu da ikna ettik hiç bilmiyorum ama aynı zaman diliminde gelmesi konusunda Hulusi’yi de ikna etmiştik. Bizim günün ilk ışıklarıyla Ağrı ulaşırken, Hulusi aramıza günün son ışıklarıyla katılacaktı. Rötardı, kötü hava koşullarıydı derken inişi akşam 5’i bulacaktı. E şimdi onsuz da çıkıp ne yapacaktık -ki çıksak da gidecek yerimiz var sanki- ? Bunun yerine Hulusi’yi beklerken evde oturmaya ve dışarıda yağan -ve bizim için bu yıl ilk olan- karı seyretmeye başladık.
Aç geçen yolculuğun ardından yeni planımızı evde kahvaltı masasının başında yapıyorduk. Hüseyin’in ev arkadaşlarını Erzurum’a uğurlarken bizim gayet basitleştirilmiş planımız da şekillenmişti. İkinci aşamaya geçiyorduk.
Yiyeceğiz.
Şimdilik bir şeyler atıştırıp ayak sürteceğiz. Akşamüstü Hulusi’yi havalimanından alıp Ağrı merkeze gidecek, bir şeyler yiyecek ve akşam eve dönerken de gece için yemek üzere bir şeyler alacaktık. Ertesi gün ise biraz şehri dolaşacak ve bir şeyler yiyerek dönecektik. Bu kadar basit. Zaten bu kadar basit olması gereken bir geziyi ne diye karmaşık bir hale soktuk ki?
~
“Ay rötar yaptı, ay pisti pas geçti, ay uçağı inemedi.” derken 16:00 gibi İstanbul’dan gelen uçak Ağrı Havalimanı‘nın tek pistine indi.
Hulusi’yi de alıp hızlı bir şekilde yemek yemek üzere Ağrı merkeze gittik. Ev sahibimiz de dahil hiç kimse Hacıoğlu Kebap Lahmacun ve Pide Salonu‘nun yerini bilmiyordu. Bir kaç kişiden aldığımız yol tarifini harmanlayan Hüseyin o kadar kışta, gece vakti bizi arka sokaklardan dolaştıra dolaştıra kebabıyla meşhur lokantaya ulaştırdı.
Geri kalanı için ben daha bir şey demek istemiyorum, fotoğraflar gerekeni söyleyecektir.
Adet olduğu üzere kişi sayısı+1 olmak üzere 5 kişilik ortaya karışık kebabımızı söyleyip sabırsızca beklemeye başladık. Kebap öncesi ortaya gelen yoğurt, acılı ezme ve salata gelmişti masaya.
Sanırım fotoğraftan, masa başındakilerin ne kadar sabırlı ve dirayetli oldukları belli oluyor. Zaten çok sürmedi. Kebap gelmeden çok önce, bu üçlü çoktan görevlerini yerine getirip midemizi büyük şölen için hazırlamıştı. Çok açtık ondan mı yoksa gerçekten lezzetli miydi bilmiyorum ama masaya gelen sıcacık ekmeklerin tadı hala damağımdadır.
Ve tabiki masanın astsolisti, gecenin yıldızı! Kokusuyla akıllarımızı başımızdan alan, görüntüsüyle gözlerimizi kamaştıran çıtır-lokmalık lahmacunların altında hazinesini, et-tavuk şiş, tavuk kanat, adana-urfa, domates-patlıcan-biber-salata barındıran şahsına münasır Karışık Kebap.
Şunların güzelliğine bakar mısınız?
Sıradaki fotoğrafta “Aradaki 10 farkı bulun!” demeyeceğim. Zira yedik biz o farkları, bulamazsınız. Sadece bilmeniz gereken yaklaşık 10 dakika sürmüş olduğu. İki fotoğraf arasında geçen zaman net olarak 8 dakika 35 saniye.
Açtık!
Şefin sürprizini ise tepsiyi silip süpürdükten sonra farketmiştik. Biz görmemiş açlar gibi direkt etlere ve diğer bilimum yenir şeylere saldırdığımız için süslemeleri en son tepsinin dibini görüp biraz soluklanmak için durduğumuzda farkedebildik. Dua etsin o hengamede kimse onları da yutmadı!
Biz çıkarken ustalar vızır vızır çalışmaya devam ediyorları. Ufacık bir yer. İçeriye hepi topu 15-20 kişi ya sığar ya sığmaz. Ama muazzam bir iş yükü vardı. Sürekli fırından çıkan pide, kebap, lahmacunlar sağa sola servise gidiyordu. Neden sokak arasına saklandıkları belli. Dışarıya siparişlere yetişemiyorlar; bir de kalabalık olsa, vay hallerine.
~
Yemeğimizi yedikten sonra soluğumuzu bir sonraki meşhur mekanda, Cumuhuriyet Caddesi üzerindeki Gıyas Usta’nın Öz Diyarbakır Kadayıf ve Baklava Salonu‘nda aldık.
Cila niyetine ortaya karışık yaptırdığımız tatlıların tükenme süresi ise 6 dakika 17 saniye.
Buradan da koşar adım çıktık ve soluğu keyif kahvemizi içeceğimiz Cafe Free Zone‘da aldık. İlginç bir sunuma sahip Türk Kahve’mizi afiyetle yudumladık. İlk kez Türk Kahvesi‘nin su yerine elma suyu ile servis edildiğini gördüm. Ki hakkını da yemeyelim gayet başarılı bir sunum/lezzet olmuştu.
Sanırım peşimizden biri bizi kovalıyordu. Zira karışık kebabın masaya gelmesinden Türk kahvelerimizden son yudumlarımızı almamız arasında 1 saatten fazla bir zaman farkı yoktu.
Yemeklerimizi yedikten sonra, eve gittikten sonra da daha fazlasını yiyebilmek için açık bulduğumuz bir markete dalıp abur cubur ve gece eğlencesi olarak da okey takımı alarak hastane bahçesindeki lojmanın yolunu tuttuk.
Mum ışığı eminim şu ana kadar çok farklı amaçlar için kullanılmıştır ama sanmıyorum ki birileri de çıkıp da mum ışığında okey oynamış olsun? Sürekli gidip gelen elektrik yüzünden bir noktadan sonra mum ışığında devam eden oyunumuz gecenin ilerleyen saatlerinde çalınan taşlar, cıvıyan oyuncular yüzünden sonlanamadı. Kim mi kazandı? Sonuçta Çaykara’ya okeyi götüren adam, Hulusi, masadayken başka birinin kazanabilmesi mümkün müydü ki?
~
Ertesi gün yine tam bir gezgin gibi programımızı yapmıştık. Sabah 10 gibi uyandık ve “Amaan, bu havada çıkıp da ne yapacağız ki sanki?” diyerekten tekrardan yataklara; kimi uykuya, kimi bilgisayar başına kimi de mutfağa döndü. Öğlene kadar evin için oyalandıktan sonra nihai altın vuruş için yeniden Ağrı’nın yollarını tuttuk. Bu seferki hedefimiz daha saf daha temiz bir tüketim yapmaktı. Hiç bir şeyi karıştırmadan, saf lezzetli bir döner yiyecektik. Önce kısa bir şehir turu yaptık. Dün adını duyduğumuz bir pazara girdik. Hediyelik eşyalar vb. değil de en alt kattaki safah hepimizin aklını başından aldı. Öyle ki bir bakıp çıkalım diye girdiğimiz sahaftan 1 saat sonra “Geç kalıyoruz!” paniğiyle çıktık.
Görünüşe göre Ağrı’nın döneri de meşhurdu. Öyle ki Pazar günü kapalı bir çok dönercinin kapısında “Nöbetçi Dönerci”lerin listesi ve adresleri vardı. Dün akşam da döner yemeye niyetlenmiştik ancak hepsi tükenmişti. Pazar günü ve saat daha öğle vakti olmasına rağmen bir çok yerde döner bulamadık. Ve sonra şans eseri Kağızman Caddesi üzerinde bir dönerci bulduk: Çukurova Döner ve Kebap Salonu Tezgahtaki son dönerleri de bize kesti.
Pilavla döneri karıştırmayalım diye, dönerlerimiz gelene kadar kuru fasülye pilavla midemizi ısıttık.
Ve sonra peşi sıra gelen ve kişi başı 250 gr kadar tükettiğimiz löp etten oluşan yaprak et dönerimiz masamızı taçlandırdı.
Yalnız adının yaprak olduğuna bakmayın. Etin kalınlığına dikkatinizi çekerim. Sadece görüntüsünü paylaşabiliyorum zira tadı damaklarımızda hala.
Yemeğin üstüne de adet olduğu üzere mis gibi, sıcacık künefemizi bir güzel yedik; yol öncesi karnımızı doyurduk.
Hani başta dedik ya, güleceğiz.
İçimizde burukluk vardı elbette. Özellikle Doğubeyazıt’a gidememek üzücüydü. Zira asıl döneceğimiz, dönmemiz, 8 yıl sonra neler değiştiğini görmemiz gereken yer orasıydı. İşte künefe de tam olarak burada devereye girdi. Gider ayak yüzümüzü güldürdü.
Ve sonra, karnımız tok sırtımız pek bir şekilde gözümüz arkada kalmadan vedalaştık. Biz terminale, Hulusi havalimanına, Hüseyin evine.
~
8 yıl önce Hulusi ile ben Trabzon’dan, Egemen Ankara’dan gelmişti. Ve bugün Egemen’le biz Trabzon’a geri dönerken Hulusi Sakarya’ya gidiyordu.
O taş terminal binanın ise ne değişmeye, ne de bir yere gitmeye niyeti vardı.
~
Yolu Ağrı’ya düşecek olanlar. Sözüm size!
- Hacıoğlu’na gidin, karışık kebap yiyin!
- Gıyas Usta’nın -özellikle- kadayıfının ve baktınız yetmiyor diğer tatlılarının tadına bakın.
- Nerede yediğiniz önemli değil; mutlaka yaprak döner yiyin. Öyle pilavla, pideyle falan karıştırmayın. Tek başına yiyin, tadını hissedin.
Ha unutmadan.
- Olur da kışın Ağrı’ya düşerse yolunuz, aman diyeyim, saçak altlarında yürümeyin. Zira iki günde sağdan soldan binaların çatılarından düşen kar kütlelerinden kaçacağız diye sağa sola zıplayıp durduk. Çok kar yağıyor ve çatılar karı tutmayacak şekilde yapılmış olmasına rağmen kar birikiyor ve bu karlar hava ısındıkça dökülüyor. Yemek yerken tam lokantanın önünde büyük bir kütle düştü. Biz yerimizden zıplarken kimse aldırış etmedi; herkes alışmış. Durduk yere kafanızda bir kar/buz kütlesinin patlamasını istemiyorsanız binalara, saçak altların çok yakın yürümeyin; aman diyeyim.
~
Okurken size nasıl hissettirdi bilmiyorum ama bana büyük bir acı verdiği kesin. Özellikle buralarda, keyif için değil de hayatı idame ettirmek için yemek yemek durumunda kaldığım şu günlerde, şu anlarda geçmişe dönmek cidden acı verdi, midemi guruldattı.