İşte bu yüzden sürekli bir şeyler okumak lazım. Tek bir konuyla dahi ilgileniyor olsak, yine de elimizden geldiğince başka şeyler de okumalıyız. Karşımıza neyin, nerede, ne zaman çıkacağını bilmek mümkün değil.
Aşağıdaki yazıya S. Haluk UYGUR‘un “Bu Sefer Fotoğraf Yazdım” kitabının sonunda rastladım. Fotoğraf ile ilgili bir kitap. Yazarın değişik yerlerde fotoğraf üzerine yazdığı çeşitli yazıları derlediği bir kitap. Kitabın son yazısı, dolaylı olarak dağcılıkla da ilgili. Benzer konu üzerine dağcılık camiası içerisinden kişiler tarafından yazılmış onlarca yazı okumuşumdur. Şu ana kadar bu yalın/güzel anlatımla “yarışma” olgusuna değinenini görmemiştim. Farklı bir bakış açısı, aslında bildiğimiz şeyleri çok daha güzel ve anlaşılır bir şekilde gözler önüne seriyor sanırım.
Günlerden bir gün bir grup arkadaş pikniğe gitmiştik.
Gruptaki Yugoslav arkadaşla piknik yaptığımız yerin yanındaki tepeye çıkmaya karar verdik. O gün için bu tırmanış zor bir tırmanış olarak görülüyordu, bize.
Tepeye doğru biraz tırmandığımızda kendimizle gurur duymaya başladık. Aşağıda kalanları küçümsüyorduk. Niye küçümsemeyelim ki; onların yapamadığı bir şeyi yapıp, tepeye doğru tırmanıyorduk biz. Yukarı çıktıkça da övüncümüz artıyordu.
Ancak tepeye iyice yaklaştığımızda yukarıdan çocuk sesleri geldiğini duyup, biraz sukut-u hayale uğradık. Buna rağmen gururlanmaya ve aşağıdakileri küçümsemeye devam ediyorduk.
Nihayet tepeye ulaştık. Ancak tepede hayal kırıklığımız son haddine ulaşmıştı. Çünkü bizden evvel 8-10 yaşlarındaki çocuklar tepeye çıkmış, bir düzlükte top oynuyorlardı.
Onun üzerine başka tepelere çıkmaya karar verdik beraberce. Çünkü bu tepeye çocuklar bile çıkabiliyordu, biz daha yükseklerde olmalıydık. Kendimize Erciyes’i hedef seçtik. Biraz zordu ama rahatlıkla oraya da çıkmayı başardık. Erciyes’in zirvesinde çocuklar yoktu ama, demirden yapılmış bir kutu vardı. Kutunun içindeki defterde de, daha önce oraya tırmanmayı başarmış yüzlerce kişinin imzası… Yani bu zirveye de bizden daha önce gelenler olmuştu…
Arkasından Hasan Dağı’na, Toroslar’ın en yüksek zirvesi Demirkazık’a çıktık. Ama gördük ki oralara da bizden önce birileri tırmanmış.
Ve öğrendik ki; Ağrı’ya da çıksak, hatta Everest’e de tırmansak, bizden önce oraya ulaşanlar muhakkak olacak. Hatta şansımıza uzayda deneme olanağımız bile olsa, bizden önce oraya gittiler.
Artık oturup düşünme zamanı gelmişti bizim için.
Tüm zirvelere bizden önce başkaları tarafından tırmanılmıştı. O halde biz niçin başkaları ile yarışıyorduk? Başkaları ile yarışmak ise amacımız, zaten peşinen kaybetmişiz demekti. Nasıl olsa bizi geçen birileri vardı. Ve zirvemize bizden önce tırmanan.
Ama başkaları ile değil, sadece kendimizle yarışsa idi, hangi zirvede olduğumuz, o zirveye bizden önce ulaşılıp ulaşılmadığı önemli olmayacaktı. Nasıl olsa biz bir önceki zirvemizden daha yüksekte bir yerlerde olacaktık. Böyle olunca kendimizle yaptığımız yarış hiç bitmeyecek, sürüp gidecekti. Ama biz daima bir öncekinden daha yüksek bir zirvede olmaya devam edecektik. Yani kendimizle yaptığımız yarışı hep kazanmış olacaktık. Sonuç mu? İsterseniz bu aynı zamanda son sözüm olsun;
Bir de bakmışız, ölümsüzlüğün tadına varabileceğimiz sonsuzlukta bir yerdeyiz.